Tasavvuf yolu, kişinin kalbine gelen ilahî feyzi muhafaza etmesi için bir vesiledir. Yapılan her ibadetin kalbi aydınlatan bir nuru vardır. İbadetler kulun amel defterine sevap olarak yazılır ve kul ahirette mükafat olarak amelinin karşılığını görür.
İbadetlerin sevabı olduğu gibi binlerce fazileti de vardır. Bir ibadet, kulun kalbine Arş-ı Alâ’dan feyz, rahmet ve bereket çeker. İndirilen ilahî feyz gökten inen yağmurun toprağı beslemesi gibi kalbi besler.
Allah Tealâ’nın kudretiyle yarattığı dünya atmosferindeki hava nasıl bitmez, tükenmez ise, Allah Tealâ’nın feyz ve inayeti de tükenmez. Hiç kesilmeden yeryüzüne iner. İnen bu feyzi kalbine alıp muhafaza etmek müminin vazifesidir.
Büyükler, “Kalbe gelen ilahî feyzleri muhafaza etmek, elde etmekten daha zordur.” buyurmuşlar. Şeyh Ebu’l Abbas k.s. hazretlerinin beyanına göre kulun feyz-i ilahîyi elde etmesi, Allah Tealâ’nın ona bir ikramıdır. Aldığı feyzi muhafaza etmek ise kulun Allah’a karşı vazifesidir. İlahî feyz kalbe muhabbet, imana kuvvet, ibadet ve taate lezzet verir.
İşlenen günahlar kalbin ilahî feyzi almasına engel olduğu gibi, elde edilen rahmetin kaybedilmesine sebep olur. Çok amel yaparak kazanılan manevi güzellikleri bir günah işleyerek kaybetmek akıl kârı değildir. Mühim olan amelin az da olsa devamlı olması ve kalbin günahlardan muhafaza edilmesidir. Tasavvufun temeli de budur. Müminlik ve sofilik sıfatı, kalbi günahlardan muhafaza etmeyi gerektirir.
Sâdât-ı Kiram, feyz-i ilahîyi muhafaza etmenin yollarını yaşantıları ile bizlere göstermişlerdir. Sâdat-ı Nakşibendî’nin ulularından Hâce Ubeydulah Ahrar k.s. hazretlerinin hayatından bir örnek verelim. Büyük zatlardan biri gelip bütün geceyi Ubeydullah Ahrar k.s. hazretlerinin huzurunda geçirdi. Hayret ile gördü ki, iki dizi üzerinde oturan Hace Hazretleri k.s. bütün gece murakabe ile meşgul olup hiç kımıldamadan bu vaziyette kaldılar. Oysa mecliste bulunanlar defalarca kez oturuşlarını bozmuşlardı.
Tasavvuf edep yoludur. Bu yolda sadece kazanmak değil, edebe riayet ederek kazandıklarını muhafaza edebilmek önemlidir. Kazandıklarını nefsin anlık bir isteği için harcamak ahmağın, muhafaza etmek ise akıllının işidir. Hace Ubeydullah Ahrar k.s. hazretleri buyuruyor ki: “Ben tasavvufu kitaplardan okumakla değil, halka hizmet etmek ve Hakk’a edep göstermekle öğrendim. Herkesi bir yoldan götürürler, beni hizmet yolundan götürdüler.”
Kişinin olmuşluğu, hali ve ahlâkındaki güzellik ile ölçülür. Hazret-i Mevlâna k.s.“Mesnevi-i Şerif”te şöyle buyuruyor: “Oğlum şu misaldeki adam gibi olma! O adam ki minber dibinde vaaz dinleyip ağlar, sokağa çıkınca kaşık alıp oynar. Bu olmuşluk değildir. Minber dibinde kazandığını, sokağa çıkınca kaybetme.”
Yine Hâce Ubeydullah Ahrar k.s. şöyle buyurmuştur: “Mevlâna Hâmuş hazretlerinden işittim ki şeriat, tarikat ve hakikat her işte mümkündür. Alim ile ârifin işi de budur.” Bu sözü şöyle izah edelim: Mesela kul dilini yalan söylemekten muhafaza ederse şeriata uymuş olur. Ancak dilini muhafaza etse de kalbinden yalan söylemeye meyletmiş olabilir. Kişi kalbinin yalana meyletmesi halinden kurtulursa, bu da tarikattir. Ne dilinde ne de kalbinde yalana yer yoksa, bu da hakikattir. Alimlerin ve âriflerin her meselede ölçüleri bu şekildedir.
Bir niyet dört merhaleden geçer: Meyil, rağbet, irade ve azim. Aynı örnek üzerinden devam edersek; “Yalan mı söylesem?” düşüncesi kalbin bir niyete meyletmesidir. Rağbet, kalbin meyline itibar göstermek, o niyete yönelmektir. İrade ise ya rağbeti karara dönüştürmek ya da iman ve ilim ile rağbet gösterdiği niyeti muhakeme etmektir. “Yalan söyleyerek kandırabilirim ama büyük günahlardan birini işlediğim için kalbime zarar vermiş olurum. Çünkü bu günah kalbime gelen feyz ve rahmeti keser.” Kişinin bu iç hesaplaşmadan sonra “Bu yalanı söylemeyeceğim!” demesi ya da sonucunu bile bile söylemesi ise niyetin azime dönüşmesidir.
Niyetlerimizi her zaman bu usûl üzere kontrol etmemiz lazım ki kalbimize ilahî bir emanet ve ihsan olarak gelen feyzi muhafaza edebilelim.